Anadolu’da Mücevher Sanatı

Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Anadolu’nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş.

Güneş, buğday, arpa ve yulaf ekili geniş ovayı bir yangın kızılı rengine büründürerek yavaşça batıyordu. Sabahtan beri havaya bembeyaz pamukçuklar saçan kavak ağaçlarının gölgeleri uzamıştı. Oraklarını omuzlarına atmış yorgun erkekler tarladan dönüyor, suları genellikle kızıl renkte aktığı için halkın ‘’Kızılırmak’’ diye isimlendirdiği suyun kenarında sabahtan beri otlamış olan ipek tüylü keçiler, boyunlarındaki çıngırakları öttürerek, ahırlarına dönüyordu. Batmakta olan güneşin kızıl ışıkları, şehrin bitişik evlerini son bir kez daha kor kırmızı ışıklarla yıkarken, Prenses Tudu-Hepa aynanın karşısına geçti. Doğup büyüdüğü Lawazantiya şehrinden on beş yaşına bastığı birkaç ay önce çıkmış ve evlendiği Kral Teşup’un şehri olan Tarhuntaşşa’daki bu saraya yerleşmişti. Mısır keteninden dikilmiş bembeyaz elbisesi içinde, esmer ince gövdesi, beline kadar inen kuzguni siyah saçları, havaya kalkık burnu ve çetrefil kirpikli koyu renk gözleriyle pek güzel, pek alımlıydı. Görür görmez  kendisine Mısırca ‘’Maa’at Hor-Neferure’’ yani ‘’Başakların Kraliçesi’’ adını takmış olan Mısırlı elçilere bu gece verilecek resmi devlet ziyafetinde göz  kamaştırması gerektiğini biliyordu.

Taçlar, kraliçeler içindir
Aynanın karşısında süslenmeye başladı. Dövme demirlerle süslü büyük sandıktan çıkardığı altın tacı yavaşça başına koydu. Taç, altın levhadan kesilmiş enli bir parçanın çember şeklinde döndürülmesiyle yapılmıştı. İçleri çaprazlama bölünmüş ajur dikdörtgenlerin yan yana getirilmesiyle meydana getirilmiş üst üste dört banttan oluşmuştu. Dikdörtgenlerin köşeleriyle diademin alt ve üst kenarı boydan boya kabartma noktalarla bezeliydi.

Tanrıça Sutek’in himayesindeki kuyumcu ustaları tarafından, ‘Aşağı Şehir’de altının günler ve gecelerce zarif ve nazik bir şekilde hafif çekiçlerle dövülmesiyle yapılmıştı. Mum ışığında pırıl pırıl parlayan tacın kenarlarından fışkırıp, adeta bir şelale gibi beline dökülen siyah saçlarını topladı ve yine altından saç tokasının içine soktu. Toka, iç kalıp üzerine ince altın safiha ile kaplanmış ve bükülmüştü. Üzeri, bugünkü kuyumcuların ‘’Repousse’’ dedikleri teknikle yapılmış dövme kabartmalarla süslüydü. Tokanın altın iğnesinin başı ise, bir adet kuvars kristalinden, bir adet de altın boncuktan oluşmuştu. Son olarak da küpelerini taktı. İnce altın teller içi boş olarak çevrilip daire şekline getirildikten sonra, üst kısmı ay, alt bölümü de istiridye kabuğu haline getirilmiş, uçları karşılıklı ve aralıklı duran zarif küpelerdi bunlar. Aynada kendine son bir kez daha baktı. Muhteşem görünüyordu. Fırat Nehri kıyısındaki yabani kuğuların zarafeti ve gururu ile yemek salonuna doğru ilerlerken, bu göz kamaştırıcı güzelliğiyle, pek yakında başlayacağı söylenen Hitit-Mısır savaşını, belki de önleyebileceğini düşünüyordu.

Altını süsleyen Anadolulular
Bu satırlar tabii ki bir kurgu, bir canlandırma. Ama Hitit Kraliçesi’nin taktığı altın taç, saç tokası ve küpeler tümüyle gerçek. Bunlar ve altın işleme sanatının buna benzer yüzlerce örneği, bugün  Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile British Museum’da göz kamaştırmaya devam ediyor. Gold News’in 149’uncu sayısında ‘’Sarı Altının Kara Yolculuğu’’nun başlangıcını anlatmış ve ‘’Bundan sonraki sayılarımızda da

Anadolu’da serpilip gelişmiş olan uygarlıklarda altının yerini ve Anadolu’daki gelişimini anlatacağız’’ demiştik. Bu yolculukta Troya, Alacahöyük, Eskiyapar, Horoztepe,  Alişar, Boğazkale, Anadolu’daki Asur kolonileri, Kaniş ve Karum, Gordion, Frig, Urartu, Ege, Bizans ve Osmanlı gibi sayısız kilometre taşı var ve biz Alacahöyük’ten başlıyoruz.

Alacahöyük yerleşimini ilk bulan ve dünyaya tanıtan kişi, 1893 yılında ise E. Chantre olmuş. Daha sonra bir çok Avrupalı arkeolog ve tarihçi de Alacahöyük’ü incelemiş.Ancak bu incelemeler küçük çaplı kişisel girişimler olarak kalmış. Höyük’te gerçek anlamda ilk sistemli kazılar, Cumhuriyet Döneminde Atatürk tarafından başlatılmış. 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adına Hamit Zübeyr Koşay, Remzi Oğuz Arık ve Mahmut Akok gerçekleştirdiği ilk kazı çalışmaları ve onu izleyen incelemeler sonucunda, Alacahöyük’te Kalkolitik, Eski Tunç, Hitit ve Frig dönemlerini kapsayan 4 ayrı kültür çağı bulunmuş. Böylece insanların milattan önce 4’üncü bin yıldan başlayıp, yine milattan önce 750 yılına kadar burada altın işlemeciliğini göz kamaştıran bir sanat haline getirdikleri ortaya çıkmış.

Anadolu kuyumcu ustaları, yıkama yöntemiyle tabiattan elde edilen altını bir sanat eseri haline getirirken, ince kum ile perdahlamışlar. Oysa bu yöntem, ne daha önce ne de daha sonra altın işçiliği yapan dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş, bilinmemiş. Alacahöyük’te bulunan mücevheratın incelenmesinden anlaşılmış ki, Anadolu kuyumcu ustaları ta ‘’Tunç Çağı’’ndan beri, yani insanoğlunun bakıra kalay katmakla elde ettiği tunçtan itibaren, altın madenine dövme, döküm, perçinleme, kaplama gibi imalat teknikleri uygulamanın yanı sıra, kazıma, kabartma, granüle etme, delik işi yapma, kakma, telkari ve renkli taş ile süsleme yapmayı da keşfetmişler. Ayrıca, altın ve gümüşle birlikte zümrüt, yakut, agat, akuamarin, grena, karneol, sard, plasma ve amatist gibi gibi değerli taşları da kullanarak kuyumculukta adına bugün ‘’Oriantalizan’’ adını verdiğimiz yepyeni bir sanat sentezi ortaya çıkarmışlar. Taç, küpe, broş, toka, elbise kemeri gibi takılarda hilal, spiral şekilleri, nar, meşe palamudu gibi motifler kullanarak, tarihin belki de en eski ‘’doğu-batı’’ sentezini yaratmışlar. Bu bulgulara göre, Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Felsefe hayat ve bilgi olmuş. Anadolu’nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş.

Gültepeli kuyumcu, dört bin yıl önce yaptığı altın küpeyle ölümsüzleşmiş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş. Krezüs, altının ışığında canlanmış. Bugün müzelerde hayranlıkla izlediğimiz zebercet, yakut ve kesme yeşim taşlarıyla süslü altın tahtlar, geçmişin görkemini yaşatıyor. Elmaslı, yakutlu, zümrütlü altın beşikler şehzadeleri günümüze getiriyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

×